10 Haziran 2016 Cuma

Bir Cuma Akşamı...

Bir bardak beyaz şarap...
Küçük bir mum...
İçimi ürperten hafiften esen serin bir rüzgar...
Ve küçüklüğümden beri hala adlarını öğrenemediğim gece olunca koro halinde şarkı söyleyen böceklerin sesi...
Onlara ilaveten benim ek destekçim Moonlight Sonata...
Kapının ardına kadar açılması için sana ihtiyacım var...
Suretin beliriyor gözlerimde...
Yine sana bakınca herzaman ki gibi utanıyorsun...
Sanırım sana dair yazdığım her yazıda bunu belirtmemden kurtulamayacaksın...
Utanmanı seviyorum...
O güçlü kadının ardında yatan küçük kızla tanışabilmeyi onu ortaya çıkarabilmeyi seviyorum...
O küçük kızın bana kendini bırakmasını ve özgürce kendini bana anlatmasını dinlemeyi seviyorum...
Gülümseme öncesinde o dudak kenarlarının yavaşca gerilmesine tanıklık etmeyi seviyorum...
Bunun kaynağı olabilmeyi seviyorum...
Bana dair şaşırdığın şeyler tuhafıma gitse bile seni şaşırtabilmeyi seviyorum...
Hep yanında olma isteğimi seviyorum...
Kaçıp kaçıp sana gelmenin yollarını hesap etmeyi seviyorum...
Üzgün olduğunda ellerini tutup bırakmama isteğimi seviyorum...
Üzgün olmadığında ellerini tutup bırakmama isteğimi seviyorum...
Güneşin batışıyla gelen gecede sana kavuşmayı beklemeyi ve sana kavuşmayı seviyorum...
Sarhoş halini seviyorum...
İlk başlarda beni iten halini sevmesemde seviyorum...
Sorumluluğunu seviyorum...
Güçlü durabilmeni seviyorum...
Duvarlarını seviyorum...
Onlara yılmadan tırmanabilmeyi seviyorum...
Ara sıra sana bana iyilik yapıp birkaç katı yıkabilmeni seviyorum...
Baranı bu kadar içten sevmeni seviyorum...
Babana hayranlığını seviyorum...
Baba gitar çalarken kızının şarkı söyleyebilmesini bilmeyi seviyorum...
Korkularını seviyorum...
Korkarken onlardan yavaşca sıyrılabilişini seviyorum...
Hayal kırıklıklarını, seni şaşırtmamda etken rol oynuyor oluşlarına binaen seviyorum...
Seninle geçen her anda ne kadar hanım hanımcık oluşuna şahitlik etmeyi seviyorum...
Bana şarkı gönderebilmeni seviyorum...
Arialardan klasik müziğe...
Benzemez kimse sanalara kadar dinleyebilmeni seviyorum...
Rakı içebilmeni seviyorum...
Her sıkıştığında soluğu deniz kenarında alabilmeni seviyorum...
Yazılar şiirler yazabilmeni seviyorum...
Beni anlayabilmeni ve beni anladığını bilebilmeyi seviyorum...
Sana dair bana anlattığın küçücük şeyleri seviyorum...
Sana dair henüz bilmediğim herşeyi seviyorum...
Ay ışığının altında seninle dans edebilme hayalini seviyorum...
Yağan en sağnak yağmurun altında aldırış etmeden seninle yürüyebilme ihtimalini seviyorum...
"Scent of a woman" filminde Al Pacino'nun genç kızla yaptığı tangoyu bana da öğretmeni isteyebilmeyi seviyorum...
Kışın şömine başında seninle şarap içebilmemizin kestane yapabilmemizin hayalini seviyorum...
Üşüyen ellerini ısıtmanın vereceği mutluluğu seviyorum...
Kollarında kaybolmayı ve kollarımda kaybolmanı hayal etmeyi seviyorum...
Bir gün eğer ağlarsam göz yaşlarımı silebilecek olabilmeni bilmeyi seviyorum...
Sana hediye alma isteğini bana hissettirmeni seviyorum...
Bana Batu deyişini, bana Batu yazışını seviyorum...
Senin kızarmana sebep olan itiraflarımdan sonra üç nokta koyuşunu ve ardından gelen gülücüğü seviyorum...
Güzelliğini seviyorum...
Bana hayatımda gördüğüm en güzel kadın gibi gelişini seviyorum...
Seninle paylaşabilmeyi seviyorum...
Sana güvenebilmemi seviyorum...
Siyahı sevmeni seviyorum...
Piyanist gibi uzun parmaklarını seviyorum...
Saçlarını seviyorum...
Doğallığını seviyorum...
Masanın en kenarında duran yapay çiçeğini seviyorum...
Bana fotoğraflarını attığın senin yapmış olduğun sabundan dişleri ve çeneleri seviyorum...
İçimde uyandırdığın sana sahip çıkma, herşeyden koruyup kollama iç güdüsünü seviyorum...
Mütevazi oluşunu seviyorum...
Sahip olduğun asil duruşa tanıklık etmeyi seviyorum...
Seninle şu anda aynı gökyüzü altında nefes aldığımı bilmeyi seviyorum...
Seni saatlerce bıkmadan usanmadan bir film gibi tekrar tekrar seyredebilecek oluşumu seviyorum...
Her gece seninle uyumayı seviyorum...
Her sabah uyandığımda acaba bugün benden önce davranıp bana günaydın yazdı mı diye ilk iş telefona sarılışımı seviyorum...
Gece yarılarında uyandığım uykumda acaba bana ihtiyacı var mı diye telefona kör gözlerle bakıp kontrol etmeyi seviyorum...
Seni umursamayı seviyorum...
Şimdi durmazsam bu yazının sonunun gelmeyecek oluşunu seviyorum...
Sana karşı kendimi durduramıyor oluşumu seviyorum...
Ben daha birşey yapmadım ki deyişini seviyorum...
Özlemeyi seni, seviyorum...
Doğum tarihini seviyorum...
Doğumunu seviyorum...
Seni doğuran anayı seviyorum...
Şimdi söyle bana kuru bir seni seviyorum diyebilmeme hiç ihtiyacın var mı...







Birşey değişir herşey değişir...

Birşey değişir herşey değişir...
Çok basit bir cümle...
Çok basit bir deyiş...
Birşey değişir herşey değişir...
Hayatımızda bir o kadar basit değil mi aslında...
Akıl tutulmasına biz kendi kendimizi hapsetmiyor muyuz...
Günlük yaşam kargaşası içinde kendi benliğimizin ruhumuzun kaybolmasına göz yummuyor muyuz...
İnsanın sözlerle anlaşabileceği, kendini ifade edebileceği, sevebileceği, güvenip sırtını dayabileceği, arzulayabileceği, tutkuyla aşık olabileceği ve benzeri daha birçok duyguyu hissedebileceği tek muhatap yine insan...
Ne tuhaftır ki nesli tükenen hayvanlara karşı duyarlı davranıp koruma kampanyası başlatan da insan...
Tuhaftır çünkü insanlığın tükenmesine karşı yine aynı homo sapiensler tepkisiz, çaresiz, duyarsız ve acınası...
Önce kalbinizi körelttiler, sizi çocuk yaşınızdan itibaren hep bir yarışma içerisine sokmaya çalıştılar ve nitekim bunda başarılı oldular...
Hep bir kıyas vardı...
Onun çocuğu daha başarılı, en yüksek notu kim aldı, senden adam olmaz gibi klişe lafları yaşadık, çevremizden de halen yaşıyoruz...
Adamlık kağıt üzerinde verilen bir rakam üzerinden değerlendiriliyor düşünsenize...
Küçük yaşta bu sistem içerisinde yaratıcılığını tamamen özgür bırakması gerekirken çocuklarımızın zihinlerine prangalar vuruyoruz...
Babalarımızın zamanına gitmeye gerek kalmadan kendi çocukluğumu hatırlıyorum...
Elde etmek istediğim bir şeye karşı nasıl mücadele etmem gerektiğiyle ilgilii yetiştirilişimi...
Emeğin ve çabanın olmazsa olmazını hatırlıyorum...
Tabi ki o günlerde bundan en çok şikayet edenin ben oluşunu söylememe gerek yok heralde...
Şimdilerde iki yaşındaki çocukların cep telefonlarında oyunlar oynayışını, minik minik ekranlar karşısında sosyalleşmeden uzak, gelişime açık yaratıcılık fışkıran zihinlerini bilmeden istemeden tembelleştirerek ruhlarının henüz bebekken nasıl mekanikleştirildiğini izlemek acı geliyor bana...
Asla bir insanın bir çocuktan daha yaratıcı olabildiğine inanmam...
Şöyle ki, oturmuş bir karakter ve zihin, doğru yanlış ayrımı yapabilme evrimini geçirdiği zaman (kime göre doğru neye göre yanlış o ayrı bir tartışma konusu ve koca bir soru işareti) ister istemez zihninin sınırlarına frenler yerleştirir ve aslında üretebileceğini engeller, insan...
Çocuklar ise henüz hiçbirşeyin farkında olmadıklarından ötürü herhangi bir sınıra bağlı kalmaksızın, özgürce kendilerini ifade edebilme şansına ve ayrıcalığına sahiptirler...
Başlık ile devamında gelişen yazı belki anlamsız gibi geliyor...
Birşey değişir herşey değişir...
Dikkat etmediğimiz bu küçük ayrıntılar sayesinde aslında o ünlü Matrix filminin dişlilerini yetiştiriyoruz...
Sadece maddi olarak başarıların en büyük gurur sanıldığı ve bunu yapabilmek uğruna da geriye bakıp döndüğünüzde kırdığınız onca kalp, söylediğiniz onca yalan, çaldığınız onca hak yani aslında sahip olduklarınızın umru olmaksızın, sizi siz olduğunu için seven tek bir varlıktan yoksun yaşamayı kaçırdığınız hayatınız...
Belki de paylaşıma dair mutluluğa hatta gözyaşına dair hatırlayabileceğiniz hiçbir anınız olmaması...
Ve belki tüm bunlar olurken küçükken sınav kağıdı üzerinde adamlığını ölçmeyi rakamlarla öğrettiğiniz o küçük çocuğun ölmeden önce yine adamlığıyla eş değer tuttuğu bol sıfırlı banka mevduatları...
Koruma altına alınmamız gerekiyor, ne acıdır ki tükeniyoruz belki de tükendik...
Bu gerçekleşirken kendimizden başka herşeyi eleştiriyor olabilmemiz de ayrı bir gülünçlük katıyor...
Eleştiriyoruz ama aynaya bakamıyoruz...
Aynanın karşısına geçiyoruz ama kendi yüzümüze gözlerimize bakmaktan korkuyoruz...
Kalabalık ortamlarda, yemeklerde sözde makam nüfus sahibi olduğu için saygı görenler ile kendimizi övmelerimiz, dış piyasaya şatafatlı hayatlarımızı sunma ihtiyacımız...
Aslında çuvalladığımızı biliyoruz...
Gerçi bilsek böyle olmazdı dünya...
O çarkın dişlilerinden sıyrılırdık sanki...
Kölesi olmazdık bu düzenin...
Kölesi olurduk sevginin, aşkın, paylaşmanın tüm doğanın ve yaratanın...
Birşey değişir herşey değişir...
Kendine bir bak...
Başarılı mısın...
Başarı endeks grafiğini ne üzerine şekillendirdiğini sor önce kendine...
Hayattan istediklerin neler...
İsteklerine karşı senin verebileceklerin nelerdir...
Bir sor kendine...
Korkma yüzleş...
Dürüst ol çünkü senden başka kimse yok seni duyabilecek...
Yalnızsın ve sadece kendin ile başbaşasın...
Seni ayıplayacak küçük görecek yahut eleştirebilecek kimse yok...
Sahi eleştiriden de rahatsız olması ve kaldıramaması insanın, bu düzenin en büyük silahlarından biri...
Bak gör; birşey değişir ve gerçekten herşey değişir...
Kucakla sana gelen güzellikleri...
Bırak evrilsin içinde hapsettiğin belki şimdiye kadar varlığından bile haberdar olmadığın her duygun...
Sev...
Sevgini göstermenin küçük şeylerden davranışlardan geçtiğini keşfet...
Çok basit bir mantık kur bunu yaparken kendine...
İstediğin herşeyi alabilecek paran varken sevginin göstergesi olarak pahalı hediyeler seçiyorsan sevgiliye; gün gelirde ekmek alacak paran kalmaz ise nasıl gösterirsin sevgini sevgiliye...
Zaten senden aksini bekleyene bir saniye bile düşünme; yol ver gitsin...
Bizi düşünmekten mahrum bıraktılar, korkuttular...
Hedefe kilitlenmiş güdümlü füze gibi sorgulamadan son durağa kadar süzülüyoruz...
Seni ateşleyen sistemi henüz geç olmadan imha et...
Sev ve sevil...
Ve hiçbirşey beklemeden bunu yap...
Beklentisiz ol ki kırılabilecek parçaların olmasın...
Hatta kırılabilecek olma ihtimali bile seni korkutmasın...
Hatta korkutsun ama sana mani olmasın...
Tabi ki gidip eşşek ol demek değil bu...
Zaten bu yazıyı okuyup az biraz anlayabiliyorsan eğer...
Kime ne hissedebileceğinin ayrımını yapabileceğini öngörüyorum...
Bir şey değişir herşey değişir...
Kendine dair küçük birşeyi değiştir...
Hemde minicik olsun...
Korktuğun, yapamam dediğin...
Bir daha olmaz dediğin, asla dediğin,
Artık inanmadığın, minicik bir şey olsun...
Değiştir...
Korkma; hayat zaten kayıp gidiyor farkındalığımızla karşılaşıncaya dek...
Bırak ruhuna dokunsunlar...
Tükenmekte olan insanlığa dair serzenişte bulunduğun ne varsa önce kendi içinde koru...
Ve yaşat...
Ve paylaş...
Bir şey değişir herşey değişir...






29 Temmuz 2015 Çarşamba

Aforizmalar

Belki çok taze, belki çok uzak...
Geçen bu zamandan sonra sen ve ben...
Neredeyiz gerçekten...

Değse de değmese de,
Sevmişsen sevmişsindir arkadaş...
O kim olursa olsun ne yaparsa yapsın,
Sevmişsindir işte...

Görüşmesek, konuşsak bazen...
İki yabancı gibi...
Olmaz mı sence...
Yada iki eski dost gibi...
Belki bir başka hayatta mı...
Peki başka hayat yoksa...

Biz bir kitabın önsözü gibi olduk...
Ortası ve sonu yazılmamış, yarım bırakılmış...

Anlık duruma göre hareket eden insanlar, o anı bir şekilde kurtarır idare eder ama bunu geleceğe taşıyamazlar...

Dedim ya eksik kalacaksın...
Hep hissedeceksin...
İçine çektiğin her nefeste
Dokunduğun her tende ...
En mutlu olduğun anda...
Hep eksik hissedeceksin...

Küçükken bize anlatılan masalları hatırlar mısın? Bir varmış bir yokmuş diye başlardı hepsi... İşte ben o masalların hepsinin aslında yok olarak kaldığını öğrendiğimde anladım ve sen öyle güzel oynuyordun ki bozmaya kıyamadım...
Sen ile ben, basit olan bu hikayenin içindeki devrik bir masaldık...

Sonunda pes etse bile...
İçinde hala taşıdığı sevgiyi anlattı bana...
Hiç unutmadığını aslında...
Ne derse desin bir kere kaptırdı mı kalbini...
Vazgeçemediğini söyledi...
Hala dedi...
Hala...

Seni sevmemin seninle bir ilgisi yokken artık seni sevemiyor oluşumun tek nedeni sensin...

Hayatında bir kere bile sarhoş olamayandı o gözlere bakana dek ama o gece, tepeden tırnağa sarhoş olmuştu...Halbuki herkes gibiydi gözleri, bir  başkası için sıradan...

Gelsen uyurduk, sarılınca unuturduk belki... Sana olan öfkemi, kendine ve bana olan mahcupluğunu, unuturduk... Kaybetmezdik belki...

Düşüneceğimiz yerde duygulandık ve duygulanacağımız zamanlarda düşündük ve bu anlamsız aptallığımızdan ötürü yanılgıların içine düşmek kaçınılmazdı ve işte aslında bütün hikaye bu kadar basitti...

Korkulması gereken kişiler yalan söylediğininden emin olduğunuz değil asla yalan söylemediğini düşündüklerinizdir...

8 Ekim 2014 Çarşamba

Tek kelime ve sonsuz anlam, aşk...

Aşk...
En yorgun olduğun anda çalar kapını...
Kalbini sandığa kilitleyip denize fırlattığın, o dibe doğru süzülüşünü izlerken yani tam bitti derken, ben buradayım, geldim der...
Adı, okyanusların uçsuz bucaksız sonsuzluğu içerisinde saklı...
Ne yapalım işte, adam gibi adam sözünün yansıması, aşk gibi aşkla karşılaşınca, direnemiyoruz... Hayatta hep kaçtığın şeylere koşmaktır aşk...
Şiddetli bir fırtına sonrası yağan yağmur üzerine ortaya çıkan toprak kokusu gibidir aşk...
Korkup saklandığın yerden seni büyüleyici güzellikleriyle dışarıya çıkartabilen...
Aşk...
Göğsünde yatan sevgilinin saçlarını uykuya direne direne okşamak mıdır en basiti...
Yoksa onu öylece uyurken izlemenin hissettirdiği hislerinin tarifsizliğimi midir aşk...
Sesinde kaybolmak mıdır sevgilinin, sanki o hiç eskimeyen taş plaklardan çalan şarkılar misali, dudaklarından dökülen kelimeleri şarkılaştırmak mıdır aşk...
Dinlemekten hiç usanmadığın tekrar tekrar bir kez daha en başa alıp o parçayı defalarca dinler gibi hep onun sesini duymak istemek midir aşk...
Yoksa bir deniz kenarı sofrasında kadehin içinde seni keyiflendirmek için duran rakı misali yudum yudum içmek midir onu...
Senin içebildiğin kadar kanına karışan, aşk...
Parmaklarının ucuyla sevgilinin tenine en usta ressamın eserini yaratması misali her dokunuşunda bıraktığın izler midir aşk...
Bakışlarda susmak ve bir o kadarda sözcükler olmadan konuşabilmek midir aşk...
Sarıp sarmaladığında onu işte adı herneyse, verdiğin o duygu mudur aşk...
Dudakların bir birbiriyle her dans edişinde, kalbinin duracak gibi olması mıdır, aşk...
Onu her görüşte, hani  küçükken oynadığımız mahalle maçlarında atılan bir gol sonrası o çocuğun sevinci gibi sevinmek midir, aşk...
Sahi içine çektiğin kokuya ne demeli...
Evden çıkarken birbirinin bileklerine sıkılan parfümleri gün içinde içine çekmek midir özlem yahut tutku, ah aşk sen nasıl birşeysin...
Yazdıkça yazılası bitmek tükenmeyen betimlemelerle yoğrulmuş, tarifsiz, aşk...
Bırakıp gittiğin kadar değil işte şimdi gelip varolduğun kadarsın, aşk...

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Belki de sadece yanılmışsındır...

Bir insana tüm kapılarını açıp, her şeyi onun için göze alabilecek hale geldikten sonra yansımasını görmediğinde kırılma... Belki verdiğini alamayacak kadar dolu ya da taşıyamayacak kadar yorgun olabilir. Belki de sadece sen onu, onun bile göremediği, göremeyeceği kadar derininde görmüşsündür. Belki de sadece yanılmışsındır...

Aret Vartanyan

20 Haziran 2014 Cuma

Sütunlar...

Ama ben bu kadar acıyı sende başkalarına benzeyesin diye çekmedim. Sana kırgın değilim. Yalnız attığın her yanlış adım dünyamın bir sütununu deviriyor. Dünyamın, yani senin dünyanın. Hafızanda çatık kaşlı bir hatıra olarak yaşamak istemezdim. Sana dayanabilsem harabeler içinde yeni bir kale kurabilirdim kendimize. Olmadı. Olmuyor. Bu kitaplarında, fedakarlıklarında kimseye faydası yok...

19 Haziran 2014 Perşembe

Bataklık...

Ne yaparsanız yapın kalbinde iyiliği taşıyan adamın kalbinden onu söküp alamazsınız. Ne yaparsanız yapın sizde eksik olanı, önüne gelenin koynuna girerek tamamlayamazsınız. Her ihtiyaç duyduğunda, yere her düştüğünde, gözlerin seni kaldıracak birini her aradığında, içindeki bir ses çığlık misali kulaklarına her fısıldadığında hatırla yaptıklarını ve neden o yok diye sor kendine. Ben kimi sevmişim, nasıl bir insanı sevmişim diye sorardım ilk zamanlar; onlar geçelide çok oldu, çünkü kendime bu soruyu her sorduğumda cevap bulduğum her soruda, içimde fırtınalar koptu. Gerçektende sen ne yapmışsın kendine... Sahipsizken, çeker içine bataklık, her yeni bir hareket dahada gömer içine...
Bir gün, karşıma geçip gözlerimin içine bakacak cesarete sahip olursan, gözlerimde sana ihanet eden bir adamı göremezsin ama  ben her baktığımda ihanetten başka bir şey göremem, o yüzden hiç konuşma çünkü bir gün konuşursan eğer korkarım ki yine inandırmayı başarabilirsin kendine... O yüzden sus... Şimdi, kendine layık gördüğün ve ait olduğun yerdesin çukurun içindesin... Yazının en başında bir şey söylemiştim; ne yaparsanız yapın kalbinde iyiliği taşıyan adamın kalbinden onu söküp alamazsınız. Alamadınız da... Ben hala aynı adamın hatta daha da yoğrulmuş ve daha da güçlenmiş. Eğer beni biraz olsun tanımışsan, bu kadar ay, gün ve saat seni aramamış sormamış olmamın nedeni kimseye karşı olan korkum değildi ve hala daha değil... Tek bir neden vardı...
Sen...
Sen ve senin kendine olan
İhanetin...